Barış Manço, 2 Ocak 1943 tarihinde, Rikkat ve Hakkı Manço çiftinin dördüncü çocukları olarak Moda’da dünyaya geldi. Annesi Rikkat Hanım, Türk Sanat Müziği sanatçısıydı. Aileden gelen yeteneğiyle özellikle ortaokul öğrenimini aldığı yaşlarda müzikle ilgilenmeye başladı. Lise yılları Galatasaray Lisesi’nde başladı.
Müzik hayatına Galatasaray Lisesi’nde adım atan Barış Manço’nun arkadaşlarıyla birlikte kurduğu ilk grubun adı “Kafadarlar”, ikincisi ise “Harmoniler”di. Daha sonra Şişli Terakki Lisesi’ne geçiş yaptı.
Lise yılları bittiğinde Belçika Kraliyet Güzel Sanatlar Akademisi’nde 1963- 1971 yılları arasında resim, grafik ve iç mimari eğitimi aldı. Belçika’da “Lemistgrees” adında, Amerikalı, Belçikalı, İtalyan, Kuzey Afrikalı, İngiliz müzisyenlerden oluşan bir grupta yer aldı. “Lemistgrees”le çalışmalarının sürdüğü iki yıl içerisinde Paris Olympia’da konser verdi. 1966 yılında Paris’te iki 45’lik plak çıkardı.
1970 yılında Türkiye’ye döndüğünde Fuat Güner ve Mazhar Alanson ile birlikte “Kaygısızlar” adlı grubu kurdu. Aranjman şarkılara tepki göstererek Anadolu’dan beslenen pop folk tarzında müzik yapmaya başladı. Onuncu plağı “Dağlar Dağlar” ile büyük bir çıkış yaptı, albüm beş ayda 700 bin adet satışa ulaştı. “Dağlar Dağlar” çalışması, sanatçıya Altın Plak Ödülü’nü de kazandırdı. 1971 yılında Moğollar ile çalıştı. Aynı yıl Kurtalan Ekspres’i kurdu. İlk klibini 1973’te, “Hey Koca Topçu”ya çekti. 1975’te ilk albümü “2023”ü yaptı. 1978'de Lale Manço ile evlendi, Doğukan ve Batıkan adında iki erkek çocuğu oldu.
1980 yılında Altın Orfe’de “Nick The Chopper” ve “Ben Bir Şarkıyım” adlı Bulgar şarkısı ile de altın madalyalar aldı. Yurtdışında birçok TV programına konuk olarak katıldı, birçok ülkede koserler verdi. 1983 yılında Eurovision Şarkı Yarışması’na “Kazma” adlı şarkısıyla katıldı, ancak elendi.
1988 yılının Ekim ayında TRT 1’de çocuk ve aileye yönelik bir eğitim kültür ve eğlence programı olarak başlayan “7’den 77’ye” , 1998 Haziran ayında 370. kezekrana gelerek Türk televizyonculuğunda ulaşılması zor bir rekora imza attı. “Ekvatordan Kutuplar’a” isimli programında ekibiyle birlikte beş kıtada 100’den fazla değişik yöreye giderek 600.000 km.’ye yakın yol kat etti.
Bestelediği 200’ün üzerindeki şarkısı, kendisine 12 altın ve 1 platin albüm/ kaset ödülü kazandırırken, bu şarkıların bir bölümü daha sonra Yunanca, Bulgarca, Arapça, Farsça, Japonca, İbranice, Fransızca, İngilizce ve lemenkçe olarak yorumlandı. Müzik ve televizyon hayatında sayısız ödüller alan Barış Manço’nun 1991 yılında devlet sanatçısı unvanı, yine aynı yıl Hacettepe Üniversitesi Onursal Doktora unvanı, Uluslararası Teknoloji Ödülü, Japonya Uluslararası Kültür ve Barış Ödülü, Belçika Krallığı Leopold II Şövalyesi Nişanı, Fransız Kültür Bakanlığı Edebiyat ve Sanat Şövalyesi Nişanı, Türkmenistan Cumhurbaşkanlığı tarafından verilen Türkmen Vatandaşlığı ödülleri vardır.
Barış Manço, 1 Şubat 1999 tarihinde Moda’da vefat etti.
30 Aralık 2017 Cumartesi
25 Aralık 2017 Pazartesi
Kuleli Askeri Lisesi
171 yıllık Kuleli Askeri Lisesi, 15 Temmuz'daki darbe girişiminin ardından yeniden yapılanma çalışmaları kapsamında kapatıldı.Resmi Gazete'de yayımlanan 669 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Bazı Tedbirler Alınması ve Milli Savunma Üniversitesi Kurulması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Hükmünde Kararnameyle (KHK) kapatılan askeri liseler arasında, 1845'te kurulan Kuleli Askeri Lisesi de yer aldı.
Her yıl 350-400 öğrencinin kaydolduğu liseden eski genelkurmay başkanları emekli orgeneraller İlker Başbuğ ve Işık Koşaner'in de aralarında bulunduğu komuta kademesinde yer alan çok sayıda asker mezun oldu.
Kararnameyle 171 yıllık eğitim hayatına son verilen Kuleli Askeri Lisesi'nde öğrenimine devam eden öğrenciler, ortaöğretim yerleştirme puanları dikkate alınarak durumlarına uygun okullara kaydedilecek.Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u fethettiğinde koruluk, manastır ve kule bulunan şimdiki alanda, Yavuz Sultan Selim devrinde manastır yeniçerilere kışla olarak verildi. Alan, zamanla güzel ve süslü bir bahçe haline gelişinden dolayı Kuleli Bahçesi diye tanındı.
Kanuni Sultan Süleyman bahçede yüksek bir kulesi bulunan dokuz katlı ve her katı fıskiyeli havuzlarla süslenen büyük bir kasır yaptırdı.
Kule bahçesi ve etrafı has olarak 3. Ahmet'e verilirken, Bizans devrinden kalan kule ise yıktırıldı. 2. Mahmut döneminde, süvari birlikleri için inşa edilen kışla Kuleli Askeri Lisesi'nin ilk yapısı oldu.
Abdülmecit devrinde, 1843'te kışlanın yarı kagir olarak yenisi inşa edildi. İki tarafına da kuleler yapıldığından kışlaya bu tarihten itibaren Kuleli Kışla denilmeye başlandı.
Kırım Savaşı'na katılmak üzere İstanbul'a gelen Fransız ve İngiliz askerlerinin bir kısmı, Fransa'nın İstanbul Maslahatgüzarı M.Cheferre'nin isteklerine uyularak 1854'te bu kışlaya yerleştirildi.Burası müttefik askerlerin kışla ve hastanesi haline getirildi. Harpte yaralanan ve tedavileri sırasında ölen müttefik askerleri kışlanın kuzeyindeki mezarlığa gömüldü.
Kışla, 1856'da İngilizler tarafından boşaltılırken, çıkarılan kasıtlı bir yangınla tamamen harap oldu. Sultan Abdülaziz devrinde, 1871'de ana duvarları kagir, iç bölmeleri, tavan ve tabanları ahşap olarak iki kat halinde inşa edilerek, kışlanın bugünkü hali ortaya çıktı.
Lozan Barış görüşmeleri ile beraber İngilizler, Kuleli Kışlası'nı boşaltarak Türk makamlarına teslim etti. Böylece okul, üç yıllık aradan sonra, 6 Ekim 1923'te yuvasına taşındı.
Her yıl 350-400 öğrencinin kaydolduğu liseden eski genelkurmay başkanları emekli orgeneraller İlker Başbuğ ve Işık Koşaner'in de aralarında bulunduğu komuta kademesinde yer alan çok sayıda asker mezun oldu.
Kararnameyle 171 yıllık eğitim hayatına son verilen Kuleli Askeri Lisesi'nde öğrenimine devam eden öğrenciler, ortaöğretim yerleştirme puanları dikkate alınarak durumlarına uygun okullara kaydedilecek.Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u fethettiğinde koruluk, manastır ve kule bulunan şimdiki alanda, Yavuz Sultan Selim devrinde manastır yeniçerilere kışla olarak verildi. Alan, zamanla güzel ve süslü bir bahçe haline gelişinden dolayı Kuleli Bahçesi diye tanındı.
Kanuni Sultan Süleyman bahçede yüksek bir kulesi bulunan dokuz katlı ve her katı fıskiyeli havuzlarla süslenen büyük bir kasır yaptırdı.
Kule bahçesi ve etrafı has olarak 3. Ahmet'e verilirken, Bizans devrinden kalan kule ise yıktırıldı. 2. Mahmut döneminde, süvari birlikleri için inşa edilen kışla Kuleli Askeri Lisesi'nin ilk yapısı oldu.
Abdülmecit devrinde, 1843'te kışlanın yarı kagir olarak yenisi inşa edildi. İki tarafına da kuleler yapıldığından kışlaya bu tarihten itibaren Kuleli Kışla denilmeye başlandı.
Kırım Savaşı'na katılmak üzere İstanbul'a gelen Fransız ve İngiliz askerlerinin bir kısmı, Fransa'nın İstanbul Maslahatgüzarı M.Cheferre'nin isteklerine uyularak 1854'te bu kışlaya yerleştirildi.Burası müttefik askerlerin kışla ve hastanesi haline getirildi. Harpte yaralanan ve tedavileri sırasında ölen müttefik askerleri kışlanın kuzeyindeki mezarlığa gömüldü.
Kışla, 1856'da İngilizler tarafından boşaltılırken, çıkarılan kasıtlı bir yangınla tamamen harap oldu. Sultan Abdülaziz devrinde, 1871'de ana duvarları kagir, iç bölmeleri, tavan ve tabanları ahşap olarak iki kat halinde inşa edilerek, kışlanın bugünkü hali ortaya çıktı.
Kuleli Askeri Lisesi ise "Mekteb-i Fünun-i İdadiye" adıyla 21 Eylül 1845'te bugün İstanbul Teknik Üniversitesi olarak kullanılan Maçka Kışlası'nda kuruldu. Kışlanın tamiri nedeniyle ilk eğitim öğretim yılını, Mızıka-i Hümayun ve Baltacılar dairesi olarak kullanılan Çinili Köşk'te tamamlayan lise, tamiratının bitmesi üzerine Maçka Kışlası'na taşındı.Lise, Sultan Abdülmecit'in de bulunduğu bir törenle 10 Ekim 1846'da ikinci öğretim yılına başladı. 1868'de mevcut askeri liselerin birleştirilmesi kararı alınınca, Kuleli de dahil olmak üzere, dört askeri lise "Umum Mekteb-i İdadi Şahane" adı altında birleştirilerek, Galatasaray Kışlası'na nakledildi.
Daha sonra 1872'de okulların ayrı ayrı öğretime devam etmeleri kararlaştırılınca Mekteb-i Fünun-i İdadiye ve Deniz İdadisi, Kuleli Kışlası'na taşındı. Bu tarihten sonra okul, "Kuleli İdadisi" adıyla anılmaya başladı. Ve bununla bina, kışlalıktan ayrılıp okul haline geldi.Osmanlı-Rus Savaşı (1877-1878) dolayısıyla binanın hastaneye çevrilmesi kararlaştırılınca okul, Pangaltı'daki Harp Okulu binasına taşındı. Savaşın sona ermesiyle lise 1879'da Askeri Tıbbiye İdadisi ile yeniden Çengelköy'deki binasına nakledildi. Mevcudun artması üzerine okul haricindeki sırt üzerindeki okul hastanesi tahliye edilip burası tıbbiyeye tahsis edildi.
Kuleli Askeri Lisesi'nden 1919–1920 yılları arasında firar eden 230 öğrenci milli mücadele saflarına katıldı. Ankara'daki eğitimlerini tamamladıktan sonra asteğmen olarak cepheye gönderilen öğrencilerden 88'i şehit oldu.
Lozan Barış görüşmeleri ile beraber İngilizler, Kuleli Kışlası'nı boşaltarak Türk makamlarına teslim etti. Böylece okul, üç yıllık aradan sonra, 6 Ekim 1923'te yuvasına taşındı.
Tevhid-i Tedrisat Kanunu'yla 1924'te okul sivil liseye dönüştürülerek adı da "Kuleli Lisesi" yapıldı. Aynı ders yılı sonunda bu uygulamaya son verildi ve okul tekrar askeri liseye çevrildi. 1925 yılında okul "Kuleli Askeri Lisesi" olarak bugünkü adını aldı.
24 Aralık 2017 Pazar
Haydarpaşa Garı
17.yüzyıl Ermeni tarihçilerinden Eremya Çelebi Kömürciyan’ın yazdıklarından, bu bölgenin Bizans imparatorları için şehir çevresindeki en önemli dinlenme yerlerden biri olduğunu ve azizlik mertebesine yükselmiş patrikler için inşa edilmiş bir saray yapısı bulunduğunu öğreniyoruz. Bölgenin ismini nereden aldığına dairse çeşitli rivayetler söz konusu. Bunlardan en akla yatanı ise, 1533’te vezirliğe yükseltilen Hadım Haydar Paşa’nın bahçesi burada bulunduğu için semtin bu adı almış olması. Tarih boyunca yoğun bir yapılaşmaya sahne olmayan bölge, 19. yüzyıla kadar neredeyse bağ ve bahçelerle kaplı bir çayırlık olarak kalmış. Osmanlı, bu bölgeyi dinlenme alanı ve özellikle saray atlarının beslenme yeri olarak kullanmış. Osmanlı’da her yıl bahar aylarında saray atlarının çayıra çıkarılması bir gelenek halini almıştı. Baharın gelmesiyle atlar süslenir ve padişahın önünden geçirilirmiş. Mevsim boyunca kurulan çadırlarda eğlenceler düzenlenirmiş.
Haydarpaşa, ordunun Anadolu seferleri için de bir toplanma yeri olarak kullanılırmış. Bölgedeki en köklü değişiklik 1873’te İstanbul-İzmit demiryolu hattının açılmasıyla yaşanır. Çayırlık alanı ikiye bölen demiryolunun bitiş noktası olan Haydarpaşa Koyu’nun kuzeyine bir gar inşa edilir.
Demiryolu ağının zamanla genişlemesiyle garın önemi daha da artar ve 2. Abdülhamid döneminde talebi karşılayamaz hale gelen garın yerine bugünkü gar binasının yapılması kararlaştırılır. Artık bütün dünyada demir yolları ülkelerin gücünü de simgeleyen ve gösteren kriterlerden olmuştur. Ufukta Hicaz Demiryolu vardır. İstanbul’dan Bağdat’a kadar devam edecek bu mal-ticaret ve insan yolu yeni dönemin projesidir.
Anadolu-Bağdat Demiryolları’nın yapımına karar verildiği zaman, başlangıç noktası alarak Haydarpaşa seçildi ve Haydarpaşa Çayırı’nın şiirsel sessizliği, 24 Ağustos 1871 günü başlayan çalışmalarla bozuldu. Önce geçici olarak bugünkü Haydarpaşa Köprüsü’nün bulunduğu yere küçük bir istasyon binası yapıldı. Bir yandan da Haydarpaşa-İzmit Demiryolu’nun yapımı sürüyordu. Hattın ilk bölümü 1872 yılında hizmete açılırken, o görkemli gar binasından en ufak bir iz bile yoktu.
Demiryollarının Osmanlı ülkesinde inşaası fikri, Osmanlı ve batı ülkeleri açısından farklı kaygılar üzerine bina ediliyordu. Demiryolları Osmanlı açısından, devletin nüfuzunun ülkenin en ücra köşesine ulaştırılması, ülke güvenliğinin sağlanmasında önemli rol üstlenmesi, ülke kalkınmasına katkıda bulunması, yeni toprakların üretime açılması ve ürün çeşidinin artması, ülkede pazar bütünleşmesini ve daha etkin vergi tahsilini mümkün kılması noktasında önem arz ediyordu. Batı ülkeleri içerisinde özellikle İngiltere açısından bakıldığında, sanayi inkılabını önde gerçekleştiren İngiltere’nin ürünlerine kıta Avrupası ülkelerinin giriş yasağı koyması üzerine, İngiltere başka pazarlara yönelme durumunda kalmış, demiryolu sayesinde İngiltere hem kendi ürünlerine yeni pazarlar bulmuş olacak, hem de buraların hammadde kaynaklarından azami ölçüde faydalanması mümkün olacaktı. Diğer batı ülkeleri açısından da benzer kaygılar taşınıyordu.
İlk trenin çalışmaya başlamasından yıllar sonra, 20 Yüzyıl’ın başlarında gündeme geldi. Bu amaçla hazırlanan projeler arasında Alman mimarlar Otto Ritter ve Helmuth Conu’nun eseri beğenildi ve birkaç küçük değişiklikle uygulamaya konuldu. 30 Mayıs 1906 günü başlanan ve Alman Holzman Firması’nın yürüttüğü inşaatın en güç safhalarından biri, denize kazık çakılması işlemiydi. Bina, denizdeki bu kazıklar üstünde yükselecekti.
Yapımına 30 Mayıs 1906 yılında başlanan ve 19 Ağustos 1908’de tamamlanan bu görkemli yapının mimarlığını iki Alman; Otto Ritter ve Helmuth Cuno üstlenir. İnşaat çalışmalarını Anadolu Bağdat adı altında bir Alman şirketi gerçekleştirir. I. Dünya Savaşı’nın yaklaşmakta olduğu o yıllarda Almanlar görkemli bir bina inşa ederek Bağdat’a kadar devam eden tren yoluna verdikleri önemi vurgulamak isterler.
U planlı gar binası dışından bir heybeti yansıtırken u plan içine trenlerin yanaşmasına imkan verecek gibi düşünülmüştür. Yapımda her biri 21 metre uzunluğundaki 1100 ahşap kazık üzerine inşa edilir. Otto Ritter ve Helmuth Cuno Avrupa’da o sırada yaygın olduğu gibi Barok mimarlığından ve Alman Rönesansı gibi üsluplardan etkilenilerek inşa edilen binanın dış cephesinde Bilecik’ten getirilen neme karşı dayanıklı olan dekoratif Lefke taşları kullanılır. Yapım sırasında Alman ve İtalyan taş ustaları kullanılır.
5 katlı yapının her katında bir koridor etrafında sıralanmış ve bugün büro olarak kullanılan odalar inşa edilir. Gar binası bugüne dek iki ağır hasar alır. Bunlardan ilki 6 Eylül 1917’de gerçekleşir. Anadolu’ya gönderilmek üzere depolanan cephane, bir İngiliz ajan tarafından havaya uçurulur ancak çatısı dışında aslına uygun olarak restore edilir. Daha önce şimdiki halinden çok daha yüksek olan özellikle deniz tarafındaki sivri üçgen kesitli olan çatı yüksekliği azaltılarak, kırıklı olarak yeniden inşa edilir.
23 Aralık 2017 Cumartesi
Balat Kızıl Kilise
İstanbul Haliç manzarasının ayrılmaz bir parçası olan Fener Rum Lisesinin devasa kütlesinin eteklerindeki küçük bir kilise, tarih boyunca enteresan olaylara tanıklık etmiştir. Bizans döneminden günümüze kadar ayakta kalan ve hala kilise olarak korunan tek kubbeli kilise olan Kanlı Kilise; halk arasında Moğolların Meryemi kilisesi adıyla da anılır. Onu diğerlerinden farklı kılan kuşkusuz hikayesidir.
Buraya ilk olarak 7. yüzyılın başlarında, Bizans imparatoru Maurikios'un kızı prenses Sopatra ve arkadaşı Eustolia tarafından İstanbul'un beşinci tepesinde bir manastır inşa ettirmişti. Ancak Dördüncü Haçlı Seferinin ardından kurulan Latin İmparatorluğu sırasında manastır yıkılmıştır. 1261'de şehri yeniden ele geçiren Ortodoks'lar o sıralarda artan Anadolu'da Moğol akınlarına karşı önlem olarak 1281'de ise, imparator VIII. Michael'ın gayrimeşru kızı Maria Despina Palaiologina'yı Moğol imparatoru Hülagü'ye, drahoması (çeyizi) ve çeşitli hediyelerle gelin olarak yollarlar.
Bizans devleti iyice güçten düştüğü gibi Venedik istilası sırasında askeri ve maddi gücünü neredeyse sıfırlamıştı. Bu nedenle bilinen en kestirme yol düşmanınla kız alıp vererek akrabalık kurmak ve daha fazla ilerlemesini engellemekti. Bu alışkanlık yaklaşık yüz yıl sonra tekrarlanarak Osman Oğullarından Orhan'ın neredeyse tüm eşleri Bizanslı Ortodoks Rum olacaktır.
Ancak Maria Palailogos henüz yolda iken Hülagü ölüverir. Bunun üzerine babasının yerine tahta geçen oğlu Abhaka ile evlenmek zorunda kalan talihsiz Maria Abhaka'nın da zamansız ölümü üzerine Kontantiniyye'ye döner ve bugünkü manastırı yaptırarak rahibe olur. Bu nedenle kilisenin adı Panaghia Muchliótissa olarak anılmaya başlanır. Muchliótissa moğolların anlamına gelir. İstanbul müslümanlar tarafından ele geçirildikten sonra Fatih tarafından verilen üç günlük yağma sırasında özellikle Fener bölgesinde çok şiddetli çatışmaların yaşandığı rivayet edilir. İstanbul'un en dik yokuşu sayılan bu kilisenin civarında oluk oluk akan ortodoks kanı Haliç'e karışmış ve bu nedenle kilisenin bir diğer ismi Kanlı Kilise olarak kalmış.
Buraya ilk olarak 7. yüzyılın başlarında, Bizans imparatoru Maurikios'un kızı prenses Sopatra ve arkadaşı Eustolia tarafından İstanbul'un beşinci tepesinde bir manastır inşa ettirmişti. Ancak Dördüncü Haçlı Seferinin ardından kurulan Latin İmparatorluğu sırasında manastır yıkılmıştır. 1261'de şehri yeniden ele geçiren Ortodoks'lar o sıralarda artan Anadolu'da Moğol akınlarına karşı önlem olarak 1281'de ise, imparator VIII. Michael'ın gayrimeşru kızı Maria Despina Palaiologina'yı Moğol imparatoru Hülagü'ye, drahoması (çeyizi) ve çeşitli hediyelerle gelin olarak yollarlar.
Bizans devleti iyice güçten düştüğü gibi Venedik istilası sırasında askeri ve maddi gücünü neredeyse sıfırlamıştı. Bu nedenle bilinen en kestirme yol düşmanınla kız alıp vererek akrabalık kurmak ve daha fazla ilerlemesini engellemekti. Bu alışkanlık yaklaşık yüz yıl sonra tekrarlanarak Osman Oğullarından Orhan'ın neredeyse tüm eşleri Bizanslı Ortodoks Rum olacaktır.
Ancak Maria Palailogos henüz yolda iken Hülagü ölüverir. Bunun üzerine babasının yerine tahta geçen oğlu Abhaka ile evlenmek zorunda kalan talihsiz Maria Abhaka'nın da zamansız ölümü üzerine Kontantiniyye'ye döner ve bugünkü manastırı yaptırarak rahibe olur. Bu nedenle kilisenin adı Panaghia Muchliótissa olarak anılmaya başlanır. Muchliótissa moğolların anlamına gelir. İstanbul müslümanlar tarafından ele geçirildikten sonra Fatih tarafından verilen üç günlük yağma sırasında özellikle Fener bölgesinde çok şiddetli çatışmaların yaşandığı rivayet edilir. İstanbul'un en dik yokuşu sayılan bu kilisenin civarında oluk oluk akan ortodoks kanı Haliç'e karışmış ve bu nedenle kilisenin bir diğer ismi Kanlı Kilise olarak kalmış.
22 Aralık 2017 Cuma
İstanbul Oyuncak Müzesi
İstanbul Oyuncak Müzesi 23 Nisan 2005 yılında şair/yazar Sunay Akın tarafından kurulmuştur. 1700’lü yıllardan günümüze oyuncak tarihinin en gözde örneklerinin sergilendiği müze tarihi bir köşkte konumlanmıştır.
Sunay Akın’ın 20 yılda 40’ı aşkın ülkedeki koleksiyonerlerden, antikacılardan ve açık arttırmalardan satın aldığı oyuncaklarla kurulan İstanbul Oyuncak Müzesi dünya tarihini daha eğlenceli, daha akılda kalıcı bir öğrenme yöntemi ile ziyaretçilere sunmaktadır. Örneğin, uzay oyuncaklarının sergilendiği bölümde Ay’a ulaşma çabası, tren oyuncakları bölümünde ise sanayi devrimi oyuncakların diliyle anlatılmaktadır. Müzenin dekoru da bu düşünceyle sahne tasarım sanatçısı Ayhan Doğan tarafından tasarlanmıştır. Müze bir şair tarafından açılmış olması ve bir sahne tasarım sanatçısı tarafından tasarlanmış olması özelliği ile de dünyada bir ilki teşkil etmektedir.
İstanbul Oyuncak Müzesi’nin en önemli özelliklerinden birisi de aileyi bütün üyeleri ile kucaklamasıdır. Müze bu özelliği ile 3 kuşağın birarada vakit geçirebileceği ve ortak mutluluğu paylaşabileceği bir mekandır. Dede/nine, baba/anne ve torun bir zaman makinasında çocukluklarına doğru yola çıkarken, birbirlerine kendi dönemlerini anlatmanın keyfini çıkartırlar. Oyuncak müzesinin koridorları ‘’Bundan bende vardı!’’ cümlesi ile başlayan ve çocukluk hatıralarının anlatıldığı sesler ile çınlamaktadır.
İstanbul Oyuncak Müzesi ile birlikte Avrupa ülkelerinde büyük öneme sahip olan oyuncak müzeleri konusunda ülkemizdeki boşluk tamamlanmış ve İstanbul Oyuncak Müzesi dünyadaki örnekleri arasında önemli bir yere sahip olmuştur. 2012 yılının Kasım ayında İstanbul Oyuncak Müzesi tarafından gerçekleştirilen ve dünyada bir ilk olan TOYCO-2012 İstanbul ( Avrupa Oyuncak ve Çocuk Müzeleri Birliği ) buluşması ilk kez Türkiye’de gerçekleştirilmiştir. Bu sayede İstanbul Oyuncak Müzesi dünyada çocuk ve oyuncak müzeleri birliği kurulması konusunda öncü olmuş, İstanbul’a ‘oyuncak müzelerinin başkenti’ ünvanını kazandırmıştır.
Sunay Akın’ın 20 yılda 40’ı aşkın ülkedeki koleksiyonerlerden, antikacılardan ve açık arttırmalardan satın aldığı oyuncaklarla kurulan İstanbul Oyuncak Müzesi dünya tarihini daha eğlenceli, daha akılda kalıcı bir öğrenme yöntemi ile ziyaretçilere sunmaktadır. Örneğin, uzay oyuncaklarının sergilendiği bölümde Ay’a ulaşma çabası, tren oyuncakları bölümünde ise sanayi devrimi oyuncakların diliyle anlatılmaktadır. Müzenin dekoru da bu düşünceyle sahne tasarım sanatçısı Ayhan Doğan tarafından tasarlanmıştır. Müze bir şair tarafından açılmış olması ve bir sahne tasarım sanatçısı tarafından tasarlanmış olması özelliği ile de dünyada bir ilki teşkil etmektedir.
İstanbul Oyuncak Müzesi’nin en önemli özelliklerinden birisi de aileyi bütün üyeleri ile kucaklamasıdır. Müze bu özelliği ile 3 kuşağın birarada vakit geçirebileceği ve ortak mutluluğu paylaşabileceği bir mekandır. Dede/nine, baba/anne ve torun bir zaman makinasında çocukluklarına doğru yola çıkarken, birbirlerine kendi dönemlerini anlatmanın keyfini çıkartırlar. Oyuncak müzesinin koridorları ‘’Bundan bende vardı!’’ cümlesi ile başlayan ve çocukluk hatıralarının anlatıldığı sesler ile çınlamaktadır.
İstanbul Oyuncak Müzesi ile birlikte Avrupa ülkelerinde büyük öneme sahip olan oyuncak müzeleri konusunda ülkemizdeki boşluk tamamlanmış ve İstanbul Oyuncak Müzesi dünyadaki örnekleri arasında önemli bir yere sahip olmuştur. 2012 yılının Kasım ayında İstanbul Oyuncak Müzesi tarafından gerçekleştirilen ve dünyada bir ilk olan TOYCO-2012 İstanbul ( Avrupa Oyuncak ve Çocuk Müzeleri Birliği ) buluşması ilk kez Türkiye’de gerçekleştirilmiştir. Bu sayede İstanbul Oyuncak Müzesi dünyada çocuk ve oyuncak müzeleri birliği kurulması konusunda öncü olmuş, İstanbul’a ‘oyuncak müzelerinin başkenti’ ünvanını kazandırmıştır.
21 Aralık 2017 Perşembe
Büyük Mecidiye Cami (Ortaköy cami)
Büyük Mecidiye Camii ya da halk arasında bilinen adı ile Ortaköy Camii İstanbul Boğaziçi'nde Beşiktaş ilçesinin, Ortaköy semtinde sahilde bulunan Neo Barok tarzında bir camiidir.
Cami, Sultan Abdülmecid tarafından Mimar Nigoğos Balyan’a 1853 yılında yaptırılmıştır. Oldukça zarif bir yapı olan cami Barok üslubundadır. Boğaziçi’nde eşsiz bir konuma yerleştirilmiştir.Bütün selatin camilerinde olduğu gibi harim ve hünkar bölümü olmak üzere iki kısımdan oluşur.Geniş ve yüksek pencereler Boğaz’ın değişken ışıklarını caminin içine taşıyacak biçimde düzenlenmiştir.
Merdivenle çıkılan yapının tek şerefeli iki minaresi vardır.Duvarları beyaz kesme taştan yapılmıştır.Tek kubbenin duvarları pembe mozaiktendir.Mihrap mozaik ve mermerden,mimber ise somaki kaplı mermerden yapılmıştır ve ince bir işçiliğin ürünüdür.
Cami, Sultan Abdülmecid tarafından Mimar Nigoğos Balyan’a 1853 yılında yaptırılmıştır. Oldukça zarif bir yapı olan cami Barok üslubundadır. Boğaziçi’nde eşsiz bir konuma yerleştirilmiştir.Bütün selatin camilerinde olduğu gibi harim ve hünkar bölümü olmak üzere iki kısımdan oluşur.Geniş ve yüksek pencereler Boğaz’ın değişken ışıklarını caminin içine taşıyacak biçimde düzenlenmiştir.
Merdivenle çıkılan yapının tek şerefeli iki minaresi vardır.Duvarları beyaz kesme taştan yapılmıştır.Tek kubbenin duvarları pembe mozaiktendir.Mihrap mozaik ve mermerden,mimber ise somaki kaplı mermerden yapılmıştır ve ince bir işçiliğin ürünüdür.
20 Aralık 2017 Çarşamba
GALATASARAY ÜNİVERSİTESİ
Galatasaray Lisesi'nin devamı niteliğinde ve Fransızca eğitim yapan bir üniversite kurulması fikri 1970'li yıllarda ortaya çıkmış, 1979 yılında Galatasaray Kulübü eski başkanı ve işadamı Selahattin Beyazıt, Bülent Ecevit ve Süleyman Demirel'le görüşerek ilk somut adımı atmıştır. Beyazıt, üniversitenin İstanbul'un Beykoz ilçesi'ne bağlı Riva'da 1975'te satın alınmış olan 1.175.000 metrekarelik Galatasaray Kulübü'ne ait araziye yerleşmesini önermiştir.
Üniversitenin kurulması tartışmaları devam etmiş ve 1984 yılında Galatasaray Eğitim Vakfı Başkanı İnan Kıraç "Galatasaray Üniversitesi'nin kurulması için çalışmalara başladık" diyerek, bu fikrin artık olgunlaştığının işaretini vermiştir.
Galatasaray Lisesi mezunu Emekli Büyükelçi Coşkun Kırca'nın çabaları sonucu, Cumhurbaşkanı Turgut Özal 5 Haziran 1991'de Fransa Cumhurbaşkanı François Mitterrand ile Paris' te yaptığı görüşmede Türk ve Fransız ortak girişimiyle bir üniversite kurulması konusunu resmen gündeme getirmiştir.
Bu teklife olumlu yanıt verilmesinin ardından, Türkiye'yi ziyaret etmekte olan Fransa Cumhurbaşkanı Mitterrand 14 Nisan 1992'de Beyoğlu'ndaki Galatasaray Lisesi binasına gelerek, Cumhurbaşkanı Turgut Özal ile birlikte, Türk Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin ve Fransız Dışişleri Bakanı Roland Dumas tarafından imzalanan Galatasaray Üniversitesi Kuruluş Belgesi imza töreninde hazır bulunmuştur.
Riva'daki arazi yerine, Galatasaray Lisesi'ne ait Ortaköy'deki binada faaliyete geçen Galatasaray Eğitim Öğretim Kurumu, Haziran 1994' kadar faaliyet göstermiştir. 23 Mayıs 1993 tarihinde iç sınav ilk kez yapılmış, ilk eğitim yılı açılışı dolayısıyla 11 Ekim 1993 tarihinde Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel kurumu ziyaret etmiştir. 13 Aralık 1993 tarihinde Fransa'daki pek çok üniversite ile iş birliğini öngören protokoller imzalanmıştır.
Kurum, 6 Haziran 1994 tarihli ve 21952 sayılı Resmi Gazete'de yayınlanarak yürürlüğe giren 3993 sayılı kanunla Galatasaray Üniversitesi'ne dönüşmüştür. Kanunun hazırlanma ve kabul aşamasında, o tarihte DYP İstanbul milletvekili olarak görev yapmakta olan Coşkun Kırca'nın yine büyük katkıları olmuştur.
Kurum üniversite statüsünü almasına rağmen, entegre eğitim-öğretim kurumu olma özelliğini korumuş ve Galatasaray Lisesi ile Galatasaray İlköğretim Okulu, Galatasaray Üniversitesi rektörlüğüne bağlı öğretim birimleri olarak tanımlanmıştır.
Üniversitenin kurulması tartışmaları devam etmiş ve 1984 yılında Galatasaray Eğitim Vakfı Başkanı İnan Kıraç "Galatasaray Üniversitesi'nin kurulması için çalışmalara başladık" diyerek, bu fikrin artık olgunlaştığının işaretini vermiştir.
Galatasaray Lisesi mezunu Emekli Büyükelçi Coşkun Kırca'nın çabaları sonucu, Cumhurbaşkanı Turgut Özal 5 Haziran 1991'de Fransa Cumhurbaşkanı François Mitterrand ile Paris' te yaptığı görüşmede Türk ve Fransız ortak girişimiyle bir üniversite kurulması konusunu resmen gündeme getirmiştir.
Bu teklife olumlu yanıt verilmesinin ardından, Türkiye'yi ziyaret etmekte olan Fransa Cumhurbaşkanı Mitterrand 14 Nisan 1992'de Beyoğlu'ndaki Galatasaray Lisesi binasına gelerek, Cumhurbaşkanı Turgut Özal ile birlikte, Türk Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin ve Fransız Dışişleri Bakanı Roland Dumas tarafından imzalanan Galatasaray Üniversitesi Kuruluş Belgesi imza töreninde hazır bulunmuştur.
Galatasaray Üniversitesi, Türkiye' de eğitim dili Fransızca olan tek üniversite olmasının yanında, uluslararası bir antlaşmayla kurulan ilk yükseköğretim kurumudur. Galatasaray Üniversitesi'ni kuran antlaşma, 1954 tarihli Fransa-Türkiye Kültürel İşbirliği Antlaşması'na dayandırılmıştır.
Riva'daki arazi yerine, Galatasaray Lisesi'ne ait Ortaköy'deki binada faaliyete geçen Galatasaray Eğitim Öğretim Kurumu, Haziran 1994' kadar faaliyet göstermiştir. 23 Mayıs 1993 tarihinde iç sınav ilk kez yapılmış, ilk eğitim yılı açılışı dolayısıyla 11 Ekim 1993 tarihinde Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel kurumu ziyaret etmiştir. 13 Aralık 1993 tarihinde Fransa'daki pek çok üniversite ile iş birliğini öngören protokoller imzalanmıştır.
Kurum, 6 Haziran 1994 tarihli ve 21952 sayılı Resmi Gazete'de yayınlanarak yürürlüğe giren 3993 sayılı kanunla Galatasaray Üniversitesi'ne dönüşmüştür. Kanunun hazırlanma ve kabul aşamasında, o tarihte DYP İstanbul milletvekili olarak görev yapmakta olan Coşkun Kırca'nın yine büyük katkıları olmuştur.
Kurum üniversite statüsünü almasına rağmen, entegre eğitim-öğretim kurumu olma özelliğini korumuş ve Galatasaray Lisesi ile Galatasaray İlköğretim Okulu, Galatasaray Üniversitesi rektörlüğüne bağlı öğretim birimleri olarak tanımlanmıştır.
19 Aralık 2017 Salı
BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİ
Boğaziçi Üniversitesi’nin temelleri 1863 yılında bir eğitmen, mucit, teknisyen ve mimar olan Dr. Cyrus Hamlin ile tanınmış hayırsever ve zengin bir tüccar olan New York'lu Mr. Christopher Rheinlander Robert tarafından Birleşik Devletler sınırları dışındaki ilk Amerikan koleji olan Robert Kolej’in İstanbul’da kurulması ile atılmıştır.
Mr. Robert finansal yükü üstlenirken, Dr. Hamlin ise Birleşik Devletler'den kaynak sağlayarak Kolej'i kurma sorumluluğunu eline almıştır. Yeni kurulan Yönetim Kurulu'nun aldığı kararlar doğrultusunda, Kolej'in kapıları ırk, milliyet, din gözetilmeksizin önyargısızca ve ayrım yapılmadan tüm öğrencilere açık olmasına, hiçbir koşulda herhangi bir politik eğilim göstermemesine, hiçbir politik düşünceye dahil olmamasına ve eğitim dilinin İngilizce olmasına karar verilmiştir.Bağışlar ve yardımlarla finanse edilen Robert Kolej’in ilk binası Hamlin Hall’un inşaatı 1871 yılında tamamlanmıştır. Bugün Güney Kampüs dediğimiz kampüsteki tüm tarihi binalar Birinci Dünya Savaşı'ndan önce inşa edilmiş ve inşaların da kampüste bulunan ocaktan çıkarılan mavi kireçtaşı kullanılmıştır.
Zaman zaman ciddi finansal kaynak sıkıntısı çeken Robert Kolej’in ekonomik durumu, 1930’lu yıllarda savaş öncesi Türkiye ekonomisinden ve Birleşik Devletler'deki ekonomik krizden oldukça etkilenmiştir. İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’nin tarafsızlığını korumasına rağmen, savaş sona erene kadar pek çok problem çözümsüz kalmıştır. 1960’lara gelindiğinde Robert Akademi'nin bugün Güney Kampüs olarak bilinen Hisar Kampüsü'nü tamamen yükseköğrenime bırakarak, Arnavutköy'deki kampüse taşınması, oradaki Amerikan Kız Koleji ile karma bir eğitim kurumu oluşturacak şekilde birleşmesi düşünülmeye başlanmıştır.
Mart 1971'de dönemin başkanı Dr. Everton, Robert Kolej'in üzerine herhangi bir kampüs üzerinde bağımsız bir üniversitenin kurulması için Türk hükümetini teşvik eden önergenin 26 Ocak 1971'de Yönetim Kurulu tarafından kabul edildiğini açıklamıştır.
Çalışmalar 1971 yazında sonuçlandırılmıştır. Binaları, kütüphanesi, laboratuvarları, tüm imkanları ve personeliyle 118 dönümlük bugünün Güney Kampüsü 10 Eylül 1971'de tamamen Türk hükümetinin üzerine geçmiştir. Boğaziçi Üniversitesi, yüz yıldan fazla Robert Kolej'in kampüsü olarak kullanılan alana resmi olarak kurulmuştur.
18 Aralık 2017 Pazartesi
YILDIZ TEKNİK ÜNİVERSİTESİ
Bugün Türkiye’nin en büyük 3 teknik üniversitesinden biri olan Yıldız Teknik Üniversitesi; kökeni cumhuriyet öncesine dayanan üniversitelerimizden biridir. 22 Ağustos 1911’de Beşiktaş’ta eğitim vermeye başlayan bu okul; ilk olarak Kondüktor Mekteb-i Ali ismiyle kurulmuştur.
YTÜ’nün kuruluşunda bu ismin kullanılmasının sebebi ise; o zamanki Bayındırlık Bakanlığı’nda çalışması için mühendis ve tekniker yetiştirme amacından kaynaklanmaktadır. Kurulduğu dönemin Osmanlı padişahı Sultan V.Mehmet Reşat idi.
YTÜ’nün kuruluşunda bu ismin kullanılmasının sebebi ise; o zamanki Bayındırlık Bakanlığı’nda çalışması için mühendis ve tekniker yetiştirme amacından kaynaklanmaktadır. Kurulduğu dönemin Osmanlı padişahı Sultan V.Mehmet Reşat idi.
1922 yılına kadar Kondüktör Mekteb-i Ali ismiyle faaliyetlerine devam eden YTÜ; 1922’de Nafıa Fen Mektebi adını almıştır. Nafıa; o zamanın Türkçesinde bayındırlık demekti. Yani YTÜ’nün amacına uygun olarak ismi değiştirilip kalitesi arttırılmıştı.
Cumhuriyet kurulduktan sonra da aynı isimle eğitim vermeye devam eden YTÜ; 1937’de İstanbul Teknik Okulu adını almış ve bayındırlık işlerinden de öte; yeni kurulan Türkiye Cumhruriyeti’ne her türlü mühendis ve tekniker yetiştirmeye başlamıştır. 1937’de 2 yıllık Fen Memurluğu veya 4 yıllık mühendisli olmak üzere sadece makine ve inşaat alanında öğrenci yetiştiren YTÜ; 1950’lere girildiğinde son derece geniş ve çeşitli bölümlerin olduğu bir teknik üniversite halini almıştır.
Bu çeşitleme ve tecrübelenme akabinde bir isim değişikliği de yaratmış; 1969’da Yıldız Teknik Üniversitesi’nin ismi İstanbul Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi olmuştur.
En sonunda; 1982’de YTÜ bugünküne biraz daha yakın olmak üzere Yıldız Üniversitesi adını almış; Kocaeli Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi ile Kocaeli Meslek Yüksekokulu da Yıldız Üniversitesine bağlanmıştır.
1992 yılından beri Yıldız Teknik Üniversitesi ismiyle hizmet veren bu okulungünümüzde 25 000’de fazla lisans; 3500’ün üzerinde yüksek lisans öğrencisi bulunmaktadır. Beşiktaş, Davutpaşa ve Ayazağa kampüslerine dağılmış şekilde 10 fakülte, 3 yüksek okul ve 2 enstitü ile hizmet vermektedir. Kocaeli’deki birimler ise 1992’de ayrılmış ve Kocaeli Üniversitesi isminde farklı bir üniversite olmuştur.
Yıldız Teknik Üniversitesinin fakülte, yüksek okul ve enstitüleri şu şekildedir:
Fakülteler:
-Elektrik-Elektronik
-Makine
-Gemi İnşaatı ve Denizcilik
-Mimarlık
-İktisadi ve İdari Bilimler
-İnşaat
-Kimya ve Metalurji
-Eğitim
-Sanat-Tasarım
Yüksekokullar:
-Yabancı Diller
-Milli Saraylar ve Tarihi Yapılar
-YTÜ Meslek
Enstitüler:
-Fen Bilimleri
-Sosyal Bilimler17 Aralık 2017 Pazar
Şehzade Cami
Mimar Sinan'ın büyük bir tevazuyla 'çıraklık eserim' dediği cami adını, Kanuni Sultan Süleyman'ın 1543'te 22 yaşında ölen ve en sevdiği şehzadesi olarak bilinen Mehmed'den alıyor.
18 metreyi aşan kubbesi ve onu taşıyan 4 yarım kubbenin kusursuz uygulamasıyla sanat tarihinde çok önemli.Kayıtlarda Sinan'ın en süslü minarelerini kullandığı cami olarak da yeri var.
Çiçek hastalığından öldüğü sanılan Şehzade Mehmed, şu an Şehzade külliyesinin caddeye bakan bölümündeki türbede, kuşağında "Firdevs edeb ya Mehmed / Ebedi cennet ya Mehmed" yazılı bir kubbenin altında yatıyor.
Kanuni Sultan Süleyman'ın caminin tamamlanmasının ardından kırk gün hiç ara vermeden 'şehzadelerin güzidesi' dediği oğlunun mezarına gidip dualar okuduğu ve mezarının başına bir taht koydurduğu rivayet edilir.
İstanbul'un fethinden 1 yüzyıl sonraya tarihlenen ve Fatih ve Bayezid camilerinden sonra Tarihi Yarımada'nın silüetini büyük ölçüde değiştiren cami, artık İstanbul'un mimari olarak da fethi; Bizans'tan çok bir Osmanlı kimliği kazanmasının da simgesidir.
18 metreyi aşan kubbesi ve onu taşıyan 4 yarım kubbenin kusursuz uygulamasıyla sanat tarihinde çok önemli.Kayıtlarda Sinan'ın en süslü minarelerini kullandığı cami olarak da yeri var.
Çiçek hastalığından öldüğü sanılan Şehzade Mehmed, şu an Şehzade külliyesinin caddeye bakan bölümündeki türbede, kuşağında "Firdevs edeb ya Mehmed / Ebedi cennet ya Mehmed" yazılı bir kubbenin altında yatıyor.
Kanuni Sultan Süleyman'ın caminin tamamlanmasının ardından kırk gün hiç ara vermeden 'şehzadelerin güzidesi' dediği oğlunun mezarına gidip dualar okuduğu ve mezarının başına bir taht koydurduğu rivayet edilir.
İstanbul'un fethinden 1 yüzyıl sonraya tarihlenen ve Fatih ve Bayezid camilerinden sonra Tarihi Yarımada'nın silüetini büyük ölçüde değiştiren cami, artık İstanbul'un mimari olarak da fethi; Bizans'tan çok bir Osmanlı kimliği kazanmasının da simgesidir.
16 Aralık 2017 Cumartesi
Sultanahmet Cami
Sultan 1. Ahmet tarafından 1616 yılında mimar Sedefkar Mehmet Ağa’ya Ayasofya’nın karşısında yaptırılan Sultanahmet Camisi, kentin en çok turist çeken mekanları arasında ön sıralarda yer alıyor. Cami'nin temelleriyse 401 sene önce 31 Aralık günü atılmıştı.
Osmanlı sultanları ve ailesi tarafından yaptırılan ve ”Sultan camileri” anlamına gelen selatin camilerinin 6'ncısı olan Sultanahmet Camisi, İznik çinileriyle bezeli olduğu için Avrupalılar tarafından ”Mavi Cami (Blue Mosque)” olarak adlandırılıyor.
Caminin yapımı 1616′da tamamlanırken, yapımı 1620 yılına kadar süren külliyenin diğer binalarının, dağınık bir düzenlemeyle yerleştirildiği görülüyor.
Büyük çaplı bir prestij projesi olarak yapılan Sultanahmet Cami'si ve külliyesinde Mimar Sinan’ın öğrencisi Sedefkar Mehmet Ağa, klasik geleneğin denenmemiş detaylarını kullanarak devletin siyasi gidişine paralel olarak mimaride büyük bir atılım gerçekleştirdi.
Sultanahmet Camisi, aynı zamanda Türkiye’nin 6 minareli tek selatin camisi olma özelliğini de taşıyor.
Caminin 6 minaresi olmasına ilişkin aktarılan bir efsane şöyle: ”Dönemin padişahı I. Ahmet, minareleri altından yaptırmak istemiştir ancak kaplamada kullanılacak olan altının değeri padişahın bütçesini fazlasıyla aşınca, caminin mimarı Sedefkar Mehmet Ağa bu emri güya yanlış işiterek ‘altın’ sözcüğünü ”altı” yaparak camiyi 6 minareli inşa ettirmiştir.”
Toplam 260 pencereyle aydınlatılan caminin ibadethane bölümü 64×72 metre boyutlarındadır. 43 metre yüksekliğindeki merkezi kubbesinin çapı ise 23,5 metredir.
Avlunun batı girişinde, demirden ağır bir kordon bulunmaktadır. Bu kordon, avluya atıyla giren padişahın kafasını çarpmamak için eğmesini gerektiriyordu. Bu durum da padişahın bile camiye girerken kendisine çeki düzen vermesi gerektiğini göstermek amaçlı sembolik bir eylem olarak kabul ediliyordu.
”Her minarenin gövdesi ayrı bir şekilde süslenmiştir. Şehzade Camisi hariç bizde minareler sadedir. Sultanahmet Camisi’nde minareler üzerinde farklı farklı süslemeler vardır. Bir tanesinin üzerinde servi figürleri vardır. Caminin bronz çok güzel kapıları vardır. İçerisindeki çiniler sebebiyle ‘Mavi Cami” olarak da adlandırılır. Sultanahmet Camisi, fazla aydınlık bulunur. Sebebi bir ihtilalde yaşanan arbedede renkli camların indirilmesidir. Bina, 19. yüzyılda çok kötü bir restorasyon geçirmiş. Restorasyonu Rumlar yapmış.
Osmanlı sultanları ve ailesi tarafından yaptırılan ve ”Sultan camileri” anlamına gelen selatin camilerinin 6'ncısı olan Sultanahmet Camisi, İznik çinileriyle bezeli olduğu için Avrupalılar tarafından ”Mavi Cami (Blue Mosque)” olarak adlandırılıyor.
Caminin yapımı 1616′da tamamlanırken, yapımı 1620 yılına kadar süren külliyenin diğer binalarının, dağınık bir düzenlemeyle yerleştirildiği görülüyor.
Büyük çaplı bir prestij projesi olarak yapılan Sultanahmet Cami'si ve külliyesinde Mimar Sinan’ın öğrencisi Sedefkar Mehmet Ağa, klasik geleneğin denenmemiş detaylarını kullanarak devletin siyasi gidişine paralel olarak mimaride büyük bir atılım gerçekleştirdi.
Sultanahmet Camisi, aynı zamanda Türkiye’nin 6 minareli tek selatin camisi olma özelliğini de taşıyor.
Caminin 6 minaresi olmasına ilişkin aktarılan bir efsane şöyle: ”Dönemin padişahı I. Ahmet, minareleri altından yaptırmak istemiştir ancak kaplamada kullanılacak olan altının değeri padişahın bütçesini fazlasıyla aşınca, caminin mimarı Sedefkar Mehmet Ağa bu emri güya yanlış işiterek ‘altın’ sözcüğünü ”altı” yaparak camiyi 6 minareli inşa ettirmiştir.”
Toplam 260 pencereyle aydınlatılan caminin ibadethane bölümü 64×72 metre boyutlarındadır. 43 metre yüksekliğindeki merkezi kubbesinin çapı ise 23,5 metredir.
Avlunun batı girişinde, demirden ağır bir kordon bulunmaktadır. Bu kordon, avluya atıyla giren padişahın kafasını çarpmamak için eğmesini gerektiriyordu. Bu durum da padişahın bile camiye girerken kendisine çeki düzen vermesi gerektiğini göstermek amaçlı sembolik bir eylem olarak kabul ediliyordu.
”Her minarenin gövdesi ayrı bir şekilde süslenmiştir. Şehzade Camisi hariç bizde minareler sadedir. Sultanahmet Camisi’nde minareler üzerinde farklı farklı süslemeler vardır. Bir tanesinin üzerinde servi figürleri vardır. Caminin bronz çok güzel kapıları vardır. İçerisindeki çiniler sebebiyle ‘Mavi Cami” olarak da adlandırılır. Sultanahmet Camisi, fazla aydınlık bulunur. Sebebi bir ihtilalde yaşanan arbedede renkli camların indirilmesidir. Bina, 19. yüzyılda çok kötü bir restorasyon geçirmiş. Restorasyonu Rumlar yapmış.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)